Cihan Hakimiyeti
Bozkır Türk devleti başkanının vazifelerinden sayılan "cihana hâkim olma" düşüncesi Türk-İslâm devletlerinde de yaşamakta idi. Oğuz Kagan destanından ve Uygur hükümdar âilesinin menşei efsanesinden başka Batı Hun İmparatoru Attilâ, Hun Başbuğu Uldız, Gök-Türk sınır kumandanı Türk-şad haklarındaki tarihî vesikalarda ve Orhun kitabelerinde görülen "Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar" dünyanın, töre'ye göre, Türk hükümdarı tarafından idare edilmesi ülküsü olan eski Türk cihan hâkimiyeti düşüncesi Selçuklu çevresinde bütün canlılığını muhafaza ediyordu.
Eserini 11. asrın 2. yarısında yazmış olan Kâşgarlı Mahmûd şöyle demektedir: "Tanrı devlet güneşini Türkler'in burcunda doğdurmuş, göklerdeki dairelere benzeyen devletleri onun saltanatı etrafında döndürmüş, Türkler'i yeryüzünün hâkimi yapmıştır."
Peygamberimizin: "Benim Türk adında bir ordum vardır." dediğini nakleden Kâşgarlı'ya göre, "Türk" adı Tanrı tarafından verilmiştir. O zamanın umumî efkârında yaygın olduğu anlaşılan bu düşüncenin siyasî sahalarda da yankıları görülmekte idi. Tuğrul Bey'den sonra, yine halife tarafından doğunun ve batının hâkimi ilân edilen Büyük Sultan Melikşah (25 nisan 1088) ölümünden az önce Bağdad'da topladığı harp meclisinde Mısır'ın ve bütün Mağrip kıtasının zaptını planlıyor, oğlu Sultan Sencer de halifeye gönderdiği 1133 tarihli mektubunda "Ulu tanrının lütfu ile cihan padişahlığına yükseldiğini" yazıyordu. Diğer taraftan Muhammed Harezmşah Suriye, Mısır ve civarının zaptını tasarlıyordu.
Feth edilecek ülkelerin önceden hânedan üyeleri arasında bölüştürülmesi de cihan hâkimiyeti ülküsünün tatbikatından idi. Oğuz destanındaki ok motifi, Uygur efsanesinde kardeşlerin belli bölgelere sevk edilmesi, Gök-Türk kitâbelerinde, zaptı düşünülen istikamete prensler tâyini ile, Selçuklular'ın Dandanakan savaşının hemen arkasından toplanan mecliste fütûhat yönlerinin ve buralara gönderilecek başbuğların seçilmesi arasında bir aynîlik mevcuttur. Ayrıca, Selçuklu idaresi tarafından şuurlu bir şekilde batıya, Bizans sınırlarına yığılan ve son derece ehemmiyetli tarihî sonuçlar veren Türkmen göçlerinin mümkün kıldığı Malazgirt muharebesini takiben Anadolu'nun fethi de aynı ülkünün zafer halkalarından biridir.
Bilindiği üzere, bütün insanlığa şâmil olan semavî dinlerden her birinin gayesi, itikatlarını her tarafa yaymak suretiyle dünyayı kendi iman sistemleri kadrosuna almak olduğundan, İslâm halifelerinin vazifesi de insanları İslâm dininin kardeşlik bayrağı altında toplamaktı. Ancak cihan hâkimiyeti ile bu dinlerdeki telâkki arasında yine esastan bir fark vardır. Dinlerce insanların kardeşliği ve hak eşitliği her dinin kendi îman şartları ve amel-kaidelerine bağlanmakta ve meselâ İslâmiyet ve Hıristiyanlık dışında kalanlar ikinci dereceden insanlar sayılmakta iken, Gök-Türk kitâbelerinde açıkça ifade olunduğu üzere, Türk anlayışında, yeryüzünde mevcut insan cinsi bir bütün olarak göz önüne alınıp, topluluklar arasında sosyal, kültürel, dinî herhangi bir kademe kabul edilmemekte ve herkese eşit muamele, hak ve adâlet tanınmaktadır.
İslâm devletlerinde feth edilen ülkeler İslâm dinine döndürülmeğe ve Kur'ân dili Arapçanın yayılmasına çalışıldığı ve bu, bir vazife olduğu hâlde, Türk-İslâm devletlerinde çeşitli din ve mezhepten kütlelerin, kültürlerin müdahale edilmeksizin yaşamalarının sağlanması, Selçuklular'dan itibaren bütün Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde görülen Türk hükümranlığında cihan hâkimiyeti prensibinin özelliği mahiyetindedir.