İslam Amme (Kamu) Hukukunda Değişiklik
Fakat bu devletin, hilâfet merkezine uzaklığı yüzünden aynı bölgelerde meydana çıkan Tahirîler, Saffârîler ve Sâmânîler gibi müslüman-İranlı devletlerden çok farklı yanları vardı. Türk özellikleri dışında, bu fark başta hükümranlık anlayışında görülüyordu: Bilindiği üzere islâmiyette devlet başkanı (halife), Allah'ın elçisi (resûl) olan Peygamberimize vekillik ettiği için "bütün müslümanların başı" (Emîr'ül-mü'minîn) diye anılır ve o, insanların dünya ve ahiret bütün işledi dahil, kâinat nizamının, Allah kelâmı (Kur'ân)nın emir ve nehiyleri (şerîat) dairesinde, idaresinden sorumlu bulunurdu. Halbuki Türk hükümdarı Tanrı bağışı "kut" yolu ile yalnız yeryüzündeki insanları idare etmekle vazifeli idi. İşte hâkimiyet anlayışındaki bu ayrılık islâm tarihinde ilk defa Büyük Selçuklu İmparatorluğu çağında ortaya çıkmış ve Türk hükümdarları dünyayı idare etme yetkisini halifeye devretmeyerek kendi uhdelerinde muhafaza etmişlerdir.
Daha önceki islâm devletlerinde, hattâ Gazneliler'de bile devlet başkanları "islâm halifesine bağlı birer müslüman emir" durumunda iken ve halifenin yüksek otoritesini tanıyarak her türlü icraatında dinî hükümler çerçevesinde kalmağa, dünya meselelerini de şeriat ahkâmına göre yürütmeğe gayret ederlerken, Selçuklu sultanları hürmette kusur etmedikleri halifeyi sadece muhterem bir vatandaş addediyorlar ve hilâfet başkenti Bağdad'a Türk imparatorluğunun bir şehri gözü ile bakıyorlardı.
Bozkır Türk devletlerinde (Gök-Türkler, Hazarlar vb.) dinî tolerans şeklinde, hattâ Kara-Hanlılar'da Türk meşrûiyet prensibi olarak görülen, dünya işlerinin din işlerinden ayrı tutulmasından ibaret eski Türk geleneği 1055'de Bağdad'a giren Sultan Tuğrul Bey'in, halife El-Kaaim bi'emrillah'ın para ve erzak tahsisatını artırarak, saltanat meselelerini kendi üzerine alması ile fiilen yürürlüğe konmuş, böylece islâm âmme hukukunda çok mühim bir değişiklik meydana gelmiştir ki, halife ile sultanı, biri dinî, öteki dünyevî olmak üzere birbirine denk iki baş kabûl eden bu yeni anlayışa göre, Türk hükümdarı artık "halifeye bağlı bir müslüman emiri" değil, fakat saltanatın gerçek sahibi ve dünya işlerinden tek sorumlu şahıs idi. Yalnız şeriat ile meşgul olan halifeler ise merkezî hükûmet tarafından kendilerine verilen araziden geçim ve gelirlerini sağlıyorlardı ve hattâ zaman zaman halifenin sultan tarafından tanınması gerekiyordu.
Abbasî halifesinin dünya işlerinden uzak tutulması hususunun, Selçuklular'dan önce Buveyhîler idaresinde tatbik edildiği, dolayısı ile halifenin buna esasen yabancı olmadığı görüşü meseleyi açıklamağa kâfi değildir. Sünnî Abbasî hilâfeti şiarına itibar etmiyeceği tabiî olan şiî Buveyhî devletinin, gerçekte, islâm âmme hukukuna göre, bir "emir"i durumunda bulunduğu Mısır'daki şiî Fâtimî halifesinin direktiflerinden harice çıkamayacağı unutulmamalıdır. Şüphesiz ne Buveyhîler, ne de yukarıda adlarını sıraladığımız islâm devletleri bugün "lâiklik" diyebileceğimiz kavram ile ilgili bir fikrî esasa sahip değildirler. Selçuklular'da ise, dinî tolerans sınırlarını çok aşan bu tatbikat Sultan Tuğrul Bey'in Bağdad'da hilâfet sarayında ihtişamlı bir tören ile halife tarafından "Dünya hükümdarı" ilân edilmesi (20 ocak 1058) ile meşrûiyet yönünden tescil edilmiş oldu.
Bundan dolayı, Sultan Melikşah medenî hukuka ait yeni kanunlar çıkarabiliyordu. Ülkeye geniş ölçüde vicdan hürriyeti getiren bu prensip bir yandan ilim, fikir ve edebiyat sahalarında serbest gelişmeye daha çok imkân vermiş, bir yandan da islâm memleketlerindeki çeşitli mezhep, tarikat mensupları ile, gayri müslim unsurların (zimmîlerin) islâmî hukuk kaidelerine tâbi olmak mecburiyetlerini hafiflettiği için, devlet sınırları içinde hıristiyan, Gürcü, Ermeni, Suryanî, Pavlikan, Musevî bölgelerindeki kalabalık teb'anın devlete bağlanmasına büyük ölçüde yardım etmiştir. Bu durum özellikle 12. yüzyıla doğru Orta-Doğu siyasî haritasında dikkati çekecek kadar belirlidir.
Selçuklular'dan önceki doğu-islâm dünyasında: birbirine karşı cephe almış mahallî hâkimiyetlerin yarattığı siyasî düşmanlık ve aynı zamanda türlü inanç ve mezheplerin halk arasında meydana getirdiği düşmanlık ile, Selçuklu İmparatorluğu'nun geliştiği zamanlardaki siyasî ve mânevî birlik Kutadgu-Bilig'deki Türk Bey'i (hükümdarı) hakkındaki tanımın en iyi ifadesidir. Tarihî kaynaklarda çoğu "Es-sultan'ül-âdil" diye anılan Türk devlet başkanları, hak ve adâlet "kanunlarını" yürütmekte oldukları için türlü din, mezhep ve telâkkiye bağlı kütleler huzur içinde günlük hayatlarını devam ettiriyorlardı. İmparatorlukta ve diğer Türk-İslâm siyasî teşekküllerinde -halkın dinî duygusunun tahriki ile meydana gelen Babaî isyanı (1239) ile istilâcı Moğollar'a karşı direnme gayretleri dışında- görülen bazı iç mücadele hareketleri, bilindiği üzere, bilhassa şehzadeler arasında beliren hâkimiyet ihtirasının sonucu idi ve Türk hükümranlığındaki "kut" prensibi dolayısiyle halk bu gibi meselelerle fazla ilgilenmiyordu.
Buna karşılık, Selçuklu İmparatorluğu parçalandığı zaman, idarenin zaafından faydalanarak eski dünyevî iktidarı tekrar kurmak isteyen halifelerin Irak Selçuklu devletinin yıkılışında ve bilhassa halife En-Nâsır li-dinillah (1179-1229)'ın Harezmşah imparatorluğunun çöküşü, İslâm-Türk ülkelerinin Moğol istilâsı altına düşüşünde oynadıkları menfi rol hatırlanmağa değer. Diğer taraftan Mısır Türk Sultanı Baybars Abbasî âilesinden birini (El-Muntasır bi'llah) hilâfet tahtına oturtmuş (1261), Delhi sultanlığında da aynı "lâik" görüş yürürlükte kalmıştır. Ala'üd-din Kalaç'a göre, devlet ile şerîat ayrı şeyler olup, biri hükümdara, diğeri kadı ve müftîlere âit işlerdir. Netice olarak, Türkler'in İslâm dünyasına getirdiği bu prensip, yâni âmme menfaatlerini korumakla vazifeli devlet otoritesinin herşeyden üstün olduğu düşüncesi, bütün Türk-İslâm devletlerinde hâkim olmuş, tamamiyle şeklî mahiyette saltanatları tasdik, hil'atler, unvan vermekle yetinen halîfeler dünya işlerine karıştırılmamıştır.
Hükümranlık bahsinde sultan zevcelerinin durumu da dikkat çekicidir. İslâm âmme hukukunda yeri olmayan hâtunların Türk-İslâm devletlerinde eski Türk geleneği icabı otoritelerini yürütmeğe çalıştıkları görülür. Meselâ Tuğrul Bey'in hanımının bu ünlü sultan üzerindeki nüfûzu kaynaklarda belirtilmiştir. Sultan Melikşah'ın zevcesi, Kara-Hanlı prensesi, Celâliye (Terken) Hâtun da devlet idaresinde çok tesirli idi. Siyasî temasların bazan önce bu hâtunla yapılarak olgunlaştırıldığı bilinmektedir. Kaynaklar bu hâtun'un ayrı bir dîvân'ı (hükümet) olduğunu da kaydederler. Fakat bu yönden Harezmşah Alâ'üd-din Tekiş'in hanımı ve Alâ'üd-din Muhammed Harezmşah'ın annesi, Kanglı prensesi, Terken Hâtun bilhassa mühimdir: Ayrı Dîvân'ı, ayrı sarayı vardı ve sultanın emirleri bu hâtunun imzası olmadan geçerli sayılmıyordu. Harezmşah Muhammed, iktidarının sonlarına doğru Semerkand'a çekilerek başkenti Gürgenc'i ona bırakmak zorunda kalmıştı.