Umumi Durum Kara-Hanlı devletinde "Arslan Han" unvanlı "büyük hâkan" ülkenin doğusunu, onun yüksek hâkimiyeti altında "Buğra Han" unvanlı diğer bir han da batıyı idare ediyordu. "İlig"ler ve "Tegin" diye anılan şehzadeler geliyordu. Tegin'likten İlig'liğe, sonra Buğra Han'lığa ve nihayet Arslan Han'lığa yükselmek suretiyle memleketi idare eden hânedan üyelerinden kendilerine vazife verilenler, bölgelerinin merkezlerinde (Balasagun, Özkend, Kâşgar, Sayram, İlâk, Buhâra vb.) bir mikdar askerî kuvvet bulunduruyor ve merkezî hükümetin izni ile kendi adlarına para bastırıyorlardı. Başkentte hâkanlara vekâlet edenler Erkin, Sağun vb. gibi unvanlar alırlardı. Başında, Kaşgarlı'ya göre, halk arasından yetişmiş "vezir"lere verilen "Yuğruş" unvanlı bir zatın bulunduğu bir danışma kurulu veya devlet meclisi vardı. Bu hey'et ile hâkan arasındaki irtibatı Tayangu (hâcib, ulu hâcib) sağlar, memleket içi ve dışı yazılı münasebetler Bitigci tarafından, mâliye işleri Ağıcı tarafından düzenlenirdi. Görülüyor ki, Kara-Hanlı devletinde idare Bozkır İli'nin devamı mâhiyetinde idi. Yalnız teşkilâtın üst kademelerinde, eski "hâkan" yerine Arslan Han gibi bazı ıstılah değişikliği olmuştu. İslâmî açıdan görülen yeniliklerde, islâm devletinde meşrûiyetin şartı olarak, hükümdarlığın halife tarafından tasdiki, ülkede halife adına hutbe okutulması, parada halifenin adının zikredilmesi, bir de, hâkanın başı üzerinde çetr (sırmalı kadifeden şemsiye; hâkimiyet alâmeti idi) taşıması idi. İslâmiyeti ilk kabûl eden Satuk Buğra'dan itibaren han'lar müslüman isim ve lâkapları almağa başlamışlar, fakat Sultan unvanını ancak 13. yüzyıla doğru kullanmışlardır. Kara-Hanlı devletinde hükümranlık, esasta, Bozkır İli meşrûiyet prensibine dayanıyordu. 1070 yılına doğru Kâşgar'da yazıldığı bilinen ünlü siyaset kitabı Kutadgu-Bilig'de bu husus belirtilmektedir. Şeriat, hilâfet gibi islâm devletinin temel unsurlarından, Kur'an'dan, hadîsten ve dinî-hukukî islâm müesseselerinden bahsedilmeyen ve ahalinin bir islâm cemiyetinden ziyade Türk topluluğu vasfında tanıtıldığı bu eserde meşrûiyet eski Türk "kut" ve "töre" telâkkilerine dayandırılmıştır. Bilindiği üzere, hükümranlığı Tanrı bağışı kabûl etmekle birlikte töre hükümleri ile sınırlayan bu anlayışın eski Hind-İran telâkkisi ile bir ilgisi mevcut değildir. Daha ziyade mahallî bir islâm devleti durumundaki Gazneliler'de, hükümdarlığı, hilâfet makamınca tasdik edilen ve halifeden çeşitli lâkaplar alan Mahmûd "Sultan" unvanı ilk tevcih edilen hükümdar olmuş, sonra bu tâbir bütün islâm devleti başkanları tarafından resmî unvan olarak kullanılmıştır. Ancak siyasî gelişme yönünden Selçuklu İmparatorluğu'nun devamı olup, şeklen de olsa onun yüksek hâkimiyetinde birer idarî otorite vasfını muhafaza eden Atabeylikler ve Arap, İranî değil Türk unvanlarının taşındığını Anadolu Türkmen Beyliklerinde "Sultan" unvanı mevcut olmamıştır ki, bu da, bütün Orta-Doğu bölgesine yayılmış çeşitli siyasî kuruluşların, bu arada Anadolu Selçuklu kolunun, meşrû hükümranlığını kendi üzerinde taşıyan Büyük Selçuklu İmparatorluğu'nun oynadığı merkezî rolü ortaya koyar. Selçuklular başlangıçta eski Gök-Türk devlet telâkkisi ve teşkilâtının tatbikçisi olan Oğuz-Yabgu devletinin izinde idiler. Başta Yabgu vardı. İnal, Yınanç ve Bey unvanlı hânedan üyeleri onun etrafında idarî sorumluluğa iştirak etmekte idiler. Fakat Horasan'a geçtikten sonra değişiklikler belirdi. Gerçekten 1040 Dandanakan savaşının en mühim neticesi olarak Horasan'a Selçuklu yerleşmesi Türk-İslâm devlet ve cemiyetinin teşekkülünde en tesirli olay niteliğinde görünmektedir. Nişâpûr, Merv, Serahs, Tûs ve Belh gibi büyük iskân mahallerini (şehirleri ve civar köyleri) içine alan Horasan kıt'ası, aynı zamanda kır sahalarının genişliği ve otlakları ile Bozkırlı nüfusu en iyi şekilde barındıracak bir ülke olduktan başka, Türkler'in kalabalık koyun, sığır, at sürülerinden elde ettikleri mahsûller de şehirli ve köylü ihtiyaçlarını karşılaması ve yerli el sanatlarına ham madde teşkil etmesi itibariyle bölge iktisadiyatını tamamlayacak mahiyette idi. Böylece Selçuklu kütlelerinin asıl göç sebepleri olan yer darlığını ortadan kaldırıp geçim sıkıntısını gideren Horasan, ayrıca, Ortaçağ dünya ticaretinin belli başlı noktalarından biri olarak da büyük değer taşıyordu. Bilhassa ana yolların birbiri ile kavuştuğu Nişâpûr şehri, dolayısiyle strateji yönünden de çok ehemmiyetli idi. İslâm doğunun seçkin siyaset, idare, edebiyat ve ilim adamlarını yetiştiren zengin kültür merkezi Horasan, saydığımız bu özellikleri yüzünden, civar devletler arasında (Kara-Hanlılar, Sâmânîler, Gazneliler) şiddetli rekabet mevzuu olmakta ve Selçuklular için de şüphesiz erişilmesi gerekli ana hedef sayılmakta idi. Bunu teşvik eden diğer bir husus da Horasan ahalisinin kısmen Türk oluşu idi. Selçuklular'dan önce de burada Türkler yaşamakta idi. Esasen tanınmış Arap yazarı El-Câhiz (ölm. 869) ile El-Bîrûnî (ölm. 1051)'nin kayıtlarına göre, Horasanlılar'la nehir (Ceyhun) ötesindeki Türkler arasında umumî telâkkiler ve yaşayış bakımından büyük fark yoktu. İşte bu iktisadî, askerî, kültürel ve kavmî hususiyetleriyle Horasan kıtası, Selçuklu devletinin sağlamlaşmasını temin etmiş ve sonra asırlarca sürecek Orta-Doğu Türk hâkimiyetinin karakterini çizmiştir. Sosyal ve fikrî hayat itibariyle "yerleşik" kültür değerlerinin yaşadığı şehir ve kasabalarında Abbasî hilâfetince temsil edilen Doğu-İslâm inanç ve davranışlarının hüküm sürdüğü, aynı zamanda, açıklamağa çalıştığımız geniş imkânlar dolayısiyle bu kültürün boyuna geliştiği Horasan çevresinde Bozkırlardan gelen Selçuklular'ın devlet kurabilmeleri ancak islâmiyetin ve mahallî hususiyetlerin değerlendirilmesi ile mümkündü ve binlerce yıllık bir idarecilik geleneğine sahip Selçuklu başbuğları da bunun farkında idiler. Nitekim İslâm'da ve Türk'de ortak telâkki olan adâlet ve nizama gösterilen saygı daha 1038 yılında, Tuğrul Bey'in öncüsü sıfatı ile Nişâpûr'a gelen İbrahim Yınal'ın konuşmasından anlaşılmakta idi. Yınal'a göre, o zamana kadar etrafta görülen asayişsizlik "küçük adamların" işi idi. Fakat artık "âdil padişah" Tuğrul Bey'in idaresi sayesinde kimse nizamı bozmağa cesaret edemeyecekti. Tuğrul Bey Nişâpûr'a gelince, meşhur kadı Sâid'in tavsiyelerini dinledi ve işlerin düzenlenmesini Ebu'l-Kaasım'ül-Kevbanî adlı yerli bir idare adamına havale etti. Bu zatın ilk Selçuklu veziri olarak gösterilmesi ve arkasından diğer yerli vezirlerin iş başına getirilmeleriyle de beliriyor ki, Horasan'da, şerîatı ve teşkilât gelenekleri ile bir doğu-islâm devletinin temelleri atılmakta idi. Tuğrul Bey "sultan" unvanını almış, islâm ad ve lâkapları kullanmağa başlamış, Oğuz "Yabgu" unvanı yerine "melik" tabiri geçmiş ve hükümet islâm örneğine göre teşkilâtlandırılmağa başlanmıştır.